Değişim sadece dışarıda yaşanmıyordu. Evin içinde de değişim rüzgarları esiyordu. Deşiğim evlilik hayatlarına da yansıdı. Gençler görücü usulüyle değil, daha çok okul veya iş arkadaşlarıyla evleniyorlardı.
Evlilik yöntemleriyle birlikte ev içi rollerde yavaş yavaş değişti. Ev eksenli hayatların merkezinde artık iş hayatı da vardı. Önceleri kadınlara daha çok yakıştırılan meslekleri seçtiler. Daha sonra tüm mesleklerle barıştılar. Bir yandan da modern hayatın “yalnız” kadın dayatmasına inatla direndiler.
Tam anlamıyla çocuk ve kariyeri bir arada yapmaya çalışarak, ellerinde değil ama yüreklerinde sihiri kullandılar. Erkekler ev içi saltanatlarından vaz geçmeye pek hazır değildi.Ev işlerine yardımcı olmayı bir kenara bırakın, evde “eksik aramayan erkek” makbul erkek olmuştu. Tam gün işte çalışıp, eve gelince ikinci vardiya çalışmaya devam ettiler. Yemek, ütü gecenin ilerleyen saatlerinde yapılıyordu. Hatta pek çoğu, evinin salonunda koltukta oturup, bir bardak çay içmeden günü bitiriyordu. Razıydılar, özgürlük için ödenen bir bedel gözüyle bakıyorlardı.
Tam gün işte çalışıp, evde de ikinci vardiya çalışmaya devam ettiler. Razıydılar, kendi hayatlarını var etmenin hazzı, yorgunluklarını bastırıyordu. Tıpkı bazı hemcinsleri gibi, muhafazakar eğitimli kızların bir kısmı da, yorgunluğu ve çatışmayı göze alamayıp, rahatlığın kolaycılığını tercih etti.
Hem çocuklarının anası, hem evlerinin kadını, hem de iş hayatında iddialı olmak gibi fazlaca istekleri vardı. Modern hayatta, kendi yaşadıkları mahhalede bunlar arasında seçim yapmaya zorlasa da, onlar hepsini bir arada, yeni yöntemler keşfederek yapacaklarına inanıyorlardı.
Kadınların bu inancı karşısında ev içi rollerde de bazı küçük değişiklikler yaşandı. Önce gölge etmemeyi öğrendi erkekler, ardından da becerebildikleri kadarıyla sorumluluğu paylaşmayı…
Aslında erkelerin birbirini kışkırtmayı bırakırlarsa kadınlar daha az hasarla bu dönemi geçirecekken, emsal gösterilme kaygısıyla
Evlilik hayatlarına da yansıdı bu değişim. Görücü usulüyle değil, daha çok okul veya iş arkadaşlarıyla evleniyorlardı. Evlilik yöntemleriyle birlikte ev içi rollerde yavaş değişti.
Belki de mesafeyi kapatma adına bazıları, toplumun bugüne kadar dayattıklarını bir “devrimci” edasıyla yıkmak için epey çabaladılar. Hem başörtülü, hem “devrimciydiler”. İnançlarıyla beraber, özgürlüğü, birilerinin dayatması değil, kendilerine özgü yeni, ara modellerle yaşamak istediler. Zaman zaman da yalpaladılar. Ne bilinen anlamda “feminist ve çağdaştılar” ne de “İslamcı”(üç kelimeyi de bilinen anlamıyla kullanıyorum, yoksa her üç kelimenin de benim için anlamları bilinenin çok dışında. Ayrıca, bu kelimeler farklı mahallelerde farklı anlamlar ve yükler taşır.)
Bizim mahallenin kızları önce babalarından, okuryazar ağabeylerinin öğrendikleri hayatı, okulla tanıştıktan sonra kendileri yorumlamaya başladılar. Fakat ne yazık ki; “Ne İsa’ya ne Musa’ya” durumunda olmaktan da kurtulamadılar.
Veya Babalarını, annelerini ikna ederek ve destek alarak razı gelmeyen ailelerine baş kaldırıp girdikleri okullarda bu defa başka bir duvara çarptılar. Piyon, olmak istemedikleri hayatta hep birileri onları “diğer tarafın” piyonu olarak gördü. Aslında tek istedikleri “kendi hayatlarının” karar vericisi olmak, şoför mahallinde oturmaktı.
Kadın haklarını hararetle görünür alanda savunanlar dahi, kıyıda köşe de “bizim kızlara” ikincil bir dil ve istihza kullanmaktan geri kalmıyorlardı ne yazık ki. Tıpkı erkeklerin ördüğü duvarı aşıp öteki tarafa geçen kadının, “erkekçe” tepki vermesi gibi… “Örtüyorsun ama daha modern giyin.”, “Kebapçı kültüründen kurtul.” “klasik müzik de dinlemek lazım...” çerçevesinde üstenci nasihatler aldılar.
Gerek “komşu mahallenin” erkekleri ve kadınları, gerekse “bizim mahallenin” erkekleri, genel de güncel tartışmada yükselen değer olduğu için “bizim mahallenin” kızların pek koruyup gözettiler. Lakin monitörler kapanıp, doğal duruş ortaya çıkınca rekabette hep kaybeden “bizim mahallenin” kızları oldu. Kâh prezantasyona takıldılar, kâh –her iki mahallede de- “mahalle baskısına”. Kendi hak ve isteklerinde dahi, dinlenmediler.
Özellikle 28 Şubat sürecinden sonra, ayrımcılığın en ince ayarlarını yaşadılar. Hem kendi mahallelerinde hem de iletişime geçmek istedikleri diğer mahallelerde… “çağdaşlık, modernite eski yüzyıllın alışkanlığı ile ilim irfan sahibi olmaktan çok sadece dış görünüş ve kılık kıyafetle tanımlayanların duvarlarına takıldılar önce. Göçle büyük şehirlere gelen eğitim almak için çabalayan ama dindar kimliklerini de korumaya çalışan kızlar elbette anneleri gibi örtünmediler. Anneleri ev eksenli çalışan, temizliğe giden veya ev kadını olan, babaları, esnaf, işçi veya imam olan kızlar artık üniversiteli olmuşlardı.
EV İÇİ ROLLER DE SORDULANDI
Başörtülü kızlar, kendi mahallelerinin erkeklerinin, “din veya gelenek” adına yaptıkları dayatmaları sorgulardılar önce, anne ve eş olmakla birlikte, çalışmak kendi ayakları üzerinde durmak, yaşam standartlarını artırmak, hayatta daha çok söz sahibi olmak istediler. Evliliği, sevgiden, saygıdan, baş dayayacak omuzdan yoksun ve sadece “birbirine mecbur olma durumu” zanneden erkekler, sosyal statüleri güçlenen bu kadınlardan pek hoşnut olmadılar.
Ya da sesleri yeterince çıkmadı. Daha samimi ve gerçektiler. Bizim mahallenin erkeklerinin kahir ekseriyeti için yetkinlik hala başı açık olmakla eş değer sayıldı. Fakat “Ben sizden değilim ama bu böyle olmaz” diyen, “komşu mahallenin” üstenci kızları daha da iltifat görür oldu. Çünkü başörtülü kadınlar, evlerinin yemek yapanı, çocuklarının anasıydı. Meslek profesyoneli olmak onlara kocaları veya ağabeyleri tarafından hiç yakıştırılmadı.
Cesur olanları özellikle sivil hayattın duvarları aşmayı başardı. Hem erkekler, hem de hemcinsleri ile ortak, sivil paydalar bulup, hayata kendilerinden bir şeyler katmaya çabaladılar. Konu iş eksenli çalışma olunca kimse başarılarını inkâr edemedi. Çünkü işlerini en iyi yapmak zorundaydılar. Bununla birlikte, eşitler arasından tercih edilmeyen olmayı da tecrübe ettiler. Kimi özel sektörde tırnaklarıyla yer açarken, küçücük bir azınlığı da, kendi işini var etmeye çabaladı.