Dünyaya gözüyle ilk tanıdığım adam…
Kuran’a sadakat ve bağlılık, Kuran aşkını öğrendiğim, gördüğüm, soluduğum hocam…
Küçük Bilal, 6 çocuklu, iki göz odalı köy evinin en küçük ferdi. Fazlaca haşarı, yoklukla harmanlanmış bir çocukluk… Çarıklı, yoksul yıllar… İlçeye Kuran talimine giden, kendinden 6 yaş büyük ağabeyi, köye ceket ve kara lastikle geldiğinde, küçücük dünyasına “Allah’ım ölmeden ben de lastik giyebilecek miyim?” diye hayal kurduracak kadar kesif yoksulluk…
Kuran aşkını, O’na babasından miras kaldı. Köyün fahri imamı olan, dönemin tüm çocuklarının hocası, Koca Ahmet kırk küsur hafız yetiştirmiş kıymetli bir hocaydı. Ailenin ikinci bir çocuğu okutmak için ilçeye gönderecek imkânı olmadığından, önceleri “okumamasına” karar verilmişti. Kuran okuma aşkı ve afacanlığıyla aileye karar değiştirip 9 yaşında babasının yanında hafız oldu. 12 yaşında, Kuran tahsilini devam ettirmek için ilçeye gelip, birkaç arkadaşıyla bir göz odaya yerleşti. Daha sonra izlerinden hiç kurtulamayacağı zatürreye burada yakalandı.
1950’lili yıllarda, Anadolu’da güzel bir gelenek vardı. Şimdi son nefeslerini vermiş olan. Küçük Anadolu şehirlerinin eşrafı, hali vakti yerinde aileleri, ramazan ayı boyunca civar şehirlerden hafızlar getirterek, ay boyunca evlerinde mukabele okutup, teravih kıldırırlardı. Hafızları da bir ay boyunca evlerinin en kıymetli misafiri olarak hürmeti gösterir, ağırlarlardı. Bayramda da yevmiyelerini verip yolcu ederler. Düzce, o yıllarda hafızıyla bilinen bir şehir olduğu için, Bilecik, Ayvalık ta birkaç yıl ramazanı geçirir genç hafız. 15- 16 yaşında olmasına, rağmen gittiği evin yaşlı başlı ev sahibinin “hıfzettiği Kurana hürmeten” kendine gösterdiği saygıdan da mahcup olurdu. Çarıklı çocukluktan, büyük konaklarda, evlerde ağırlanan bu genç adam, yaşına rağmen; gördüğü hürmeti, hayatının sosyal refah seviyesindeki artışı, “Kuran’ın lütfu” olduğunun hep bilincinde oldu.
Genç Bilal köyünde ilkokul olmadığı için, latin alfabesiyle okuma yazma bilmiyordu. Okuyup öğrenme sevdası 16 yaşında O’na dışarıdan ilkokul diploması aldırdı. Yıllar geçip bir çocuk babası olarak İstanbul’a geldiğinde akşam okulunda da ortaokul eğitimini tamamladı.
İstanbul zor bir şehirdi. O, bu zor şehre sadece ve sadece kızını okutabilmek için gelmişti.
Yaşayan ilk çocuğu, Düzce’de dünyaya geldiğinde, örgün eğitimin hayatındaki eksiğinin bilinciyle, kızını okutabilmek için, birkaç aşamalı sınavdan geçerek Sultanahmet’te semtinde küçük bir camide imamlığa devam etti.
Nüfusta 3 yaş küçük yazıldığı için, fiilen 68 yaşına kadar, 41 yıl imamlık yaptı.
Kuranla irtibatı sadece mesleki bir ilişki değildi. Bir Kuran aşığıydı. İstanbul’un Çemberlitaş, Mercan gibi ticaret merkezlerindeki camilerde vazife yapmasına rağmen, pek çok meslektaşının aksine, imamlığın yanında bir başka iş-ticaret yapmadı. Kuyumculuk, tekstilcilik, saatçilik yapanlar olmasına rağmen “Kuran’a hizmetimi zayıflatır” gerekçesiyle imamlığın yanında başka bir iş yapmayı tercih etmedi.
Bir imam maaşıyla, eşinin evde diktiği dikişlerle, 3 çocuğunu İstanbul’da kesintisiz okuttu. İmtihan dünyasında da 19 yaşında bir evlat kaybederek sınandı. Annesini ve iki ağabeyini erken kaybetmişti. Ama O’nu, evlat acısını yaşarken gördüğüm kadar hüzün içinde görmedim. Üzerinden uzun yıllar geçmesine rağmen, konu her açıldığında hüzün yüzüne biraz daha çökerdi.
Hayattan büyük beklentileri yoktu. Namerde muhtaç olmasın, ailesini namerde muhtaç etmesin yeterdi. Çarıklı günlerini hiç unutmadı ve o günlerin üzerine koyduğu her şeye daima şükretti.
Çok iyi bir öğretmendi. Onlarca hafızın yetişmesine vesile oldu. Çocukları içinde, hem baba hem kıymetli bir öğretmendi. Belki görevinin zaman mefhumundandır, bilinmez daima çocuklarıyla konuşmaya, tartışmaya, zaman ayırmaya özen gösterdi.
Mesuliyet duygusu çok yüksekti. Hangi konuyu tartışırsak tartışalım, hemen kütüphanesinden bir kitap çıkarır, sayfaları karıştırır ilgili hükmü önümüze koyardı. Kaynak göstermeden konuşmayı sevmezdi, konuşturmazdı da. İddialarımızı, şahsileştiremezdik. Bir mantık silsilesine ihtiyacımız olurdu. Akıl ve gönül süzgecinden geçen.
Vermeyi, aile için, toplum için, verici olmayı O’ndan öğrendik. Küçücüktüm ilkokul üçüncü sınıftaydım muhtemelen. Bir arkadaşım “fazla kurşun kalemim olup olmadığını sordu. İki kalemim vardı. Bir yeni açılmış, büyük, diğeri eski, serçe parmağı kadar kalmış küçücük. Elbette yeni kalemle yazmak istiyordum. Ama kendimi arkadaşımın yerine koydum O’nun da yeni kalemle yazmak isteyeceğini düşündüm. Hem vermek dediğin şey beğenmediğini, kötüsünü vermek değildi ya… Ve ben de arkadaşıma iki kalemi de uzatıp “hangisini istersin?” diye sordum. Arkadaşım yaşının çocuğuydu. Elbette büyük kalemi seçti ve ben gün boyu serçe parmağım kadar olan kaleme tükenmez kalem kapağı takarak yazı yazmak zorunda kaldım. Daha 8-9 yaşında arkadaşıma bir kalem verirken bunları düşünmemin nedeni Hafız Bilal’ın öğrettikleriydi.
Hafız Bilal’in sevmeyeni pek yoktu. Doğru bildiğini asla esirgemezdi. Bu nedenle de tarzını alışılmadık bulanlar olurdu. Ama O, her durum ve şartta vicdan sahibi olmaktan hiç vazgeçmedi. Hatta mesleki açıdan, pek anlaşamadığı dönemin müftüsü hakkında çıkan bir soruşturmada vicdanlı her insanın yapması gerekeni yapıp doğru bildiği söylemiş ve lehte şahitlik veren tek kişi olmuştu. Tarzını benimsemeyenler için bile O “ emin” sıfatından emin olunandı.
Kendin için istediği başkası için istemeyi, tıpkı dağda bir kurdun kaptığı koyuna karşı duyulan sorumluluk gibi, etrafında tüm olup bitenlere karşı sorumluluk duymayı, komşusu açken tok yatmamayı, yetim başı okşamayı (yetimi koruyup kollamayı), bilerek veya bilmeyerek yaptıklarından dolayı af dilemeyi, bencil olmamayı, kimsenin kötülüğünü istememeyi, bağışlayıcı olmayı, hep O’ndan öğrendik.
“Dünyaya kırk kere gelsem yine imam olmak isterim.” Diyecek kadar samimi bir Kuran aşığıydı. Mesleğinin Peygamber mirası olması O’na yeterdi. 10 ila 15 yıl arayla bir cami değiştirdi. Bahçesindeki güle, halısından kilimine, minberinden mihrabına kadar her köşesine emek verirdi. Bahçıvan olur; camini bahçesini sulardı. Usta olur, yağ pas içinde su kuyusunun motorunu tamir ederdi.
Bazen kurumuyla, bazen vakıflarla ihtilafa düşerdi. Bir seferinde (cami çarşıya yakın olduğu için dilenci çok gelirdi) caminin bahçesine “dilencilere para vermeyin” tabelası astırdı. Başta cemaati, çokça itiraz aldı. Ama aldırmadı. Dinin istismar edilmesine gücü yettiğince karşı durmaktan geri kalmazdı.
İyi hafızdı. Pek çok hafız yetiştirdi. İyi hocaydı, öğrencinin ruh halinden anlardı. Hemen tüm hafızlık öğrencileri, yoksul ailelerin çocuklarıydı, tıpkı kendisi gibi… Kapısından girdiği komşu esnaf, O’na o kadar itimat ederdi ki; yanında getirdiği öğrencinin tüm temel ihtiyaçları karşılanırdı. Bazen dükkân sahibi infak ederdi, bazen de bulur buluşturur aldıklarının parasını öderdi.
Orta yolu tavsiye etti hep. Hayattan da kopmadı. Gençlik yıllarından beri siyaseti ve ülke gündemini yakından takip etti. Çok iyi bir okuyucuydu. İyi bir futbol izleyicisiydi. Gençlik döneminin Yeşilçam filmlerini neredeyse ezbere bilirdi. Ondan dolayıdır ki; Barış Manço’nun ani ölümüne “Ayhan Işık bile öldü.” Diyerek tepki verdi.
Kuran hıfzeden hemen herkes gibi “zehir” gibi bir hafızası vardı. Tanıklık ettiği gerek şahsi, gerekse ülke tarihini anlatırken, gün, ay, yıl hatta saat vererek anlatırdı. Menderes dönemini, 60 ihtilalini, O’nun hatıralarıyla capcanlı kaynaktan dinledik.
“İmam” gibi imamdı… Hem biz çocuklarının, hem cemaatinin…
İlk namaza O’nun arkasında durdum. İlk mukabeleyi O’ndan dinledim. İlk tervih namazını O’nunla kıldım. Ezan sesi, Kuran sesi, kulağımıza ilk O’nun vesilesiyle nakşedildi. Cami havasını ilk O’nunla teneffüs ettim. Cami bahçelerindeydi evlerimiz. Günde beş kez ezan sesini en yakından duymak bizim için o kadar olağandı ki… Ne zaman evden ayrıldım, kendi evime taşındım. (Oturduğum ev, camiye hayli uzak, yeni kurulan semtlerdeydi) İşte o zaman, çocukluğumdan beri ninni gibi dinlediğim ezan sesini özlemeyi tanıdım.
Bilginin kıymetini, ayaklarının üzerinde durmayı, kararlı olmayı, doğru bildiğinden şaşamamayı, namerde muhtaç olmamayı öğretti bize. Farklı olmanın kompleks sebebi değil, aksine özgüven taşıdığını hep O’ndan öğrendik. Farklı olmaktan, kendimizi samimiyetle ifade etmekten hiç korkmadık.
Sekiz ay oldu, Hafız Bilal çok sevdiği Rabbine kavuşalı. Otuz küsur yıl arkasında teravih kıldığım imam, artık bu Ramazan aramızda değil. Artık sorularımı, ilk O’na danışamayacağım, istişare edemeyeceğim. O’nunla, saatlerce tartışmayı özleyeceğim. Telefonun diğer ucundan artık sesi gelmeyecek.
Bana artık kimse “kara kızım” demeyecek.
İnsan kaç yaşında olursa olsun, babası ölünce “yetim” oluyormuş.
İlk defa bu bayram elini öpemeyeceğim.
2009 Ramazan Bayramı, Hafız Bilal’siz ilk bayramım olacak.
Baba ocağım da, artık babasız…
-
Ayşe KEŞİR / Cafesiyaset
MAYIS / 2009